BLOGGER TEMPLATES AND TWITTER BACKGROUNDS

17 Aralık 2010 Cuma

Merhaba Ben 2010'un Son Yazısı


Iamx'in Spit It Out şarkısını dinlerken sürekli aynı yere takılıp kalıyorum. "The past is weakness".
Geçmiş gerçekten zayıflık mı? Bana öyle geliyor bu aralar. Geçmişte bıraktığımız her ayak izinin bir şekilde yeniden evrendeki bir döngü sonucu bize geri döndüğüne inanıyorum.
Ne kadar çok affetmediğimiz insan var değil mi? Aslında biz onları değil, kendimizin o anki halini affetmiyoruz. Kendimize hata payı sunmuyoruz. Ya da kendi adıma konuşayım; ben yapmıyorum. Geçmiş onla barışamadığımız her noktada yolumuza çentikler atarak bizi zayıflatıyor.
Yeni yıldan hiçbir beklentim yok şu an. Olması gereken her şey, olması gerektikleri için oluveriyor hayatımda. Zorunluluklar dönemi yaşıyorum diyelim. Ama, şunu biliyorum ki geçen bir yılda çok şey öğrendim ve çokça hatalar da yaptım. Her geçen gün yetişkin olmayı biraz daha fazla öğreniyorum.
Ve bugün bizi biz yapan her şey kocaman dünlerin eseri. Yeni yılda hepimiz için büyük bir farkındalık ve kendimizi affedebilecek kocaman bir yürek istiyorum. Affetmediğimiz herkes ve her şeyde bizim parmağımız var. Sanırım, pastayı artık parmaklamasak iyi olacak.
İnsanoğlunun zamanı bölmesi ne kadar algısal bir şey. Şu an soyut bir şeyin sonuna yaklaştığımıza inanıyoruz. Bir yılı daha geçmiş olarak değerlendireceğiz bundan sonra.
Bugün tutmayan tüm dikişlerimizi geçmişe gülüşlere çevirmeyi becerebiliriz umarım. Biraz erken bir kapanış oldu, ama şu an yapasım geldi. İyi seneler.
Ha son olarak ; Chriss Corner doğru söylüyor: The past is weakness.
http://www.dailymotion.com/video/x3x8uc_iamx-spit-it-out-hq_music

7 Kasım 2010 Pazar

FANTAZİ


Geçen hafta bir ödevim için Maslow'un ihtiyaçlar hiyerarşisi hakkında bir şeyler okudum. Konu dönüp dolaşıp "kendini gerçekleştirme" mevzusuna geliyordu. En çok üzerinde durulan şey buydu.
Bugün hafta içi ödevlerimi önceden yapma derdini boşverip bol bol uyudum ve alacağım kalorileri düşünmeden bol bol tatlı yedim. Şimdi bunun Maslow'la alakası ne diyeceksiniz. Aslında "kendini gerçekleştirme" den bahsedeceksek tam da bununla alakalı olduğunu söyleyebilirim.
İnsan bir fantaziler bütünüdür. Kendisi ve başkaları hakkında düşünce ve duyguları olan bizler tüm bunları bir fantaziler süzgecinden geçirerek hayatlarımıza yansıtmaktayız. Kendimiz ve başkaları hakkındaki tüm değerlendirmelerimizi geleceğe bağlıyoruz. Ya gelecekte olacağımız kişi için çabalıyoruz, ya da şimdi böyle yapıyor, ama şöyle olacak diyerek başkalarının gelecekte olacağını düşündüğümüz halerini eleştiriyoruz.
Kendini gerçekleştirme ne kadar ütopik bir söylem gibi geliyor kulağımıza değil mi? Sanki çok uzak bir geleceği anlatıyor gibi. Kafamızdaki benliği yaratmak için hep daha fazla şeyler eklememiz gerekiyor bünyemize.Tüm bunlar bilinçaltımıza taht kurmuş bir gün vücut bulacağına inandığımız o fantazik şahıs için. Kendimiz için...
Hepimiz adına üzgünüm, çünkü o fantazik adamlar ve hatunlar olabileceğimiz gün hiç gelmeyecek. Çünkü biz hep başka bir adımdan, başka şeylerden medet umuyor olacağız. Bugün neyiz diye kendimize bakmadan, hep gelecekteki kendimizle ilgili savaş verip duracağız. Hep bir yatırım hali yani. Bu yüzden toplumun güzellik anlayışına uygun olmak için benim gibi tatlı yemeyeceğiz, ya da daha fazla başarı için uykudan ve kendimizden vazgeçip kendimizi ödüllendirmeyi unutacağız. Tüm bunları yaparken de gelecekteki "o" nun hayalini kuracağız. Dedim ya insan fantaziler bütünü.
Kendimizi gerçekleştirmek için koca koca sıfatlara ihtiyacımız yoktur belki de. Belki de bugün kendimiz olmayı becerebilsek, bugün hayattan tatmin olmaya başlasak, bugün günün fantazilerini ele geçirsek kendimizi gerçekleştirmiş olabiliriz. Olamaz mıyız?

24 Eylül 2010 Cuma

Üç Nokta

Hayatımda herhangi bir sebepten ötürü bana yoğun bir duygu yaşatan her insanın ve olayın imzaları simgeler halinde vardır bu yazılarımın içinde.Belki de sırf bu yüzden yazıyorumdur.Güçlü bir duygusal hafıza için, kokularla tanımladığım dönemlerin keskin ayrımlarını unutmamak için...
Sen neden burada yoktun? Çünkü sen az önceki paragrafın sonuydun hep.Sen hep üç noktaydın...Sen yarım bırakılan bir anlamın ardındaki daha büyük anlamlardın çünkü.Hiç konuşmadan bırakılan boşlukla anlatabilirdim sadece seni.
Buraya yazılacak kadar önemli,gözümün önüne geldiğinde de bir o kadar önemsizsin benim için.Ben böyle olsun istemişim.Ben istedim diye sen şu an ordasın ve ben de buradayım.Sen istedin diye olan şey ne onu bilmiyorum.Sen beni bambaşka bir şeye hazırladığın için buraya yazılıyorsun şu an.
Ben hep akıl karıştırıyorum işte sıfatsızlığını sevdiğim.Hoşça kal.

19 Eylül 2010 Pazar

Kehanet

Bir insan ne zaman gerçekten kazanır?
Ben sürekli kaybediyorum, ama kehanetlerim kazanıyor.Ve her kayıp beni başka büyük bir kayıptan kurtarmak adına dizayn edilmiş gibi.
Başta kurduğum cümlenin aynısı sonunda başıma gelen şey oluyorsa başa mı dönüyorum yoksa çok mu mesafe almış oluyorum?
Fazla ışıltılısınız, boğdunuz.
Haydi biraz sade olalım.
Hey sen ordaki, bana en son söylediğin yalan neydi?

24 Ağustos 2010 Salı

İpotek

Çok sevildiklerinde hayatlarını tek bir adamdan ibaret yapmayı kabul edebilecek kadınların şuursuz mutluluğunun aksine karşı cins tarafından çok sevildiğimde dehşete kapılıyorum. Hele de karşı cins yoğun aşk beslemeye başlamışsa içim içimi kemiriyor, elimi kolumu koyacak yer bulamıyorum bir süre. İlk soru: Şimdi ne yapacağım? Daha önce ne kadar kontrol etmeye çalışırsam çalışayım kontrol edemedim zaten.Benim için çok sevilmek çok zarar görmekle eşit bir şey.En basit haliyle bana aşık olan her erkek bir ipotek bedeli ödetti bana. Kasti yapmadılar, belki de bir şey yapmadılar, ama hep ortada benim kendimi suçlu hissetmemi sağlayan bir şeyler vardı. Çünkü ne kadar çok şey verirlerse sosyal dünyanın genlerimize kattığı karşılıkta bulunma kuramı her zaman devreye giriyor ve benim de bir şeyler yapmam gerekiyordu.Hiçbir şey yapamadığım durumlarda diyetimi kendi kendimi yiyerek fazlasıyla ödedim sanırım.Ta ki psikoloğum gözlerimin içine bakıp "Sen bu kadar Tanrı mısın? Sence bunları hissetmelerinin sebebi sadece sen misin, bırak da o karar versin bunlara değiyor musun değmiyor musun" diyene dek.Bunun üzerine aylarca düşündüm. Ben her şeyin tek sorumlusu olacak kadar Tanrı'mıydım?
Aşkı tam tatmamış olabilirim, ama gözlemlediğim kadarı bana hep bir insanı fazla abartma haliymiş gibi geliyor. Ve biri beni abarttığında sadeliğimde uzaklaşmak istemiyorum.Sadece "ben" olabilme halim o abartının içinde erisin istemiyorum. Hem en özel olmayı isterken hem de beni abartmasınlar, çünkü bir gün uyanırlar gibi sapkın bir düşünceyle her şeyi elime yüzüme bulaştırıyorum. Tüm bunların temelinde bir gün herkes gider ve bu yüzden hiç kimseye sonsuz güvenle yaslanmamalıyım düşüncem yatıyor. Birileri gitmese de benim birilerini göndermem gerekiyor hep.Öyle ya da böyle bir kaybetme durumu sürekli söz konusu.
Evet, ben sahip olduğu şeylerle şımaran değil, sahip olduğu şeylerle dehşete kapılan kadın olmayı tercih ettim,bir gün her şey bitiyor nasıl olsa diye.Bu yüzden anı delicesine yaşamayı becerenlere oldukça imreniyorum.
Belki bir gün ben de yapabilirim...Kim bilir, belki de o kadar Tanrı değilimdir ve bu yüzden bir şey hissetmeyi ipotek altına alınmak olarak görmem bir gün...

Dipnot: Bu yazı buraya bu kadar aleni ve imasız yazılmış ilk yazımdır.İfşa ettim, evet.

13 Ağustos 2010 Cuma

Depresyongül'den Nağmeler


Melankoliden haz alan ve bunla var olup büyük laflar eden ergen ruhlar gibi değilim artık. Aksine depresif ruh halimden oldukça sıkıldım. Hiçbir şeyi yakıştıramaz oldum kendime. Her şey etrafımda onlarca hızıyla akıp dururken ben sadece toplama işlemindeki bir sıfırmışım gibi etkisiz eleman modundayım. Tonlarca rönesans yazdım buraya.Tonlarca kez her insan gibi ben de düştüm kalktım. Şimdi bu kadar büyük sebepler yokken bunca zaman biriktirdiklerim yüzümden öyle bir dibe vurdum ki çıkamıyorum.
Ne kitap okumak, ne film izlemek, ne gezmek,ne uyumak ne de uyanmak istemiyorum.Bir de herkesin maskeleri gözüme gözüme battıkça daha da bir çıkasım gelmiyor dış dünyaya. Sanki her yer yangın yeri. Herkesin sözcüklerinden, mimiklerinden akan sahtelik beni daha da delirtiyor. Hele de yakınlarımınkine hiç tahammül edemiyorum.
Mutlu insanlara anlam veremiyor ve onlara da tahammül edemiyorum. Esasen kendime tahammül edemiyorum. Bir şey isteyince olmamasına o kadar çok alıştım ki bir şey istemekten korkuyorum.
Hareket etmekten ölümüne korkuyorum! Dondum! İlerleyemiyorum hiç bir yere. Bir adım atabilecek cesarete ihtiyacım var, kaybettiğim sebepleri bulmam gerek.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Yarış


Yarış bir başkasıyla kıyaslanarak yapılan şey midir ki illa? Herkes gizliden gizliye başkalarıyla yarıştığı için bölük pörçük karakterler yanılsamasıymış gibi geliyor bana. Bazen herkes o kadar tutkuyla yarışıyor ki benim pabuçlarım o yarışa girmeye elvermiyor. Ben hep zannetim ki ben benim pabuçlarıma sahip kişilerle yarışabilirim sadece...Ben hep zannettim ki elmayla armut kıyaslanmaz. Ve ben hep zannettim ki insanın en büyük yarışı kendiyle olmalı...
İnsanlar hunharca birbirini ezmeye çalışırken ben de hunharca kendimi eziyordum. Sağdaki, soldaki değildi derdim. Hep aynı şeyi sorup duruyordum kendime: İçinde bulunduğun şartlara göre elinden gelenin en iyisini yaptın mı? Daha iyi ne yapabilirdin? Yani Ali'yle, Veli'yle bozmadım kafayı hiç.
Sonra bir gün herkesin kafayı Ali'yle Veli'yle bozduğunu fark ettim. Ve etrafımdaki pek çok insanın da Ali, Veli yansıması olduğunu...Ve de korktum. Çünkü ben başkalarına odaklanma eziyetini bu kadar kaldırabiecek biri değildim.Kendimle uğraşmayı bırakıp tonlarca insanla uğraşmaya kalkmak zor ve komikti bana göre.
Bazen durup etrafımdakilerin anlam veremediğim yarışlarını izliyorum. İçlerinde beni özne olarak kabul edenler de var. Beni yarışılacak bir özne olarak seçenleri görünce kendime daha önce hiç bakmadığım bir gözle bakıyorum. İnsanın kendini gerçekleştirmeye çalışmaktan vazgeçip bir başkasıyla yarışmaya çalışacağı kadar matah bir özne ne ara olmuştum?
Ben hiç mi etrafıma bakmıyorum a dostlar? Bakıyorum, ben de kıskanıyorum zaman zaman. Ama o kıskandıklarımın içinde bulundukları şartlar farklı. Onlar gibi olmaya çalışırsam komiğin alası olurum.
Herkes kapısının önünü temizlese tüm sokaklar temiz olur misali herkes önce kendiyle uğraşsa insanlık ne mis olur değil mi?
Hepimize iyi yarışlar(!)

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Oradaki Sen Misin?


Günlük yaşantımdaki telaştan sıyrılıp odamın kapısını aralığımda gerçek Didem oluyorum ve ilk beş dakika sadece kendime kavuşmanın verdiği hazzı yaşıyorum. Sonra ya o gün yaptıklarımı beğenmediğim içine kendime, ya da olağan dünyevi şeylere kızıp gülümsememi kapı dışarı ediyorum. Böyle zamanlarda ev ahalisi gerçek ruhum bedenine geçisini tamamlayana kadar tehlike çanlarının çaldığının farkında olduğundan sessiz bir hale bürünüyor. İlk ses çıkaran annem oluyor her zaman. Klasik dünyevi soruları soruyor o da. Ama inanılmaz sıcak ve özlemiş bir tavırla soruyor.. O an onu görmek istemesem bile bir süre sonra yumuşayıveriyorum. Çünkü o bütün gününü dışarda geçiren kızını özlemiş ve evde onu beklemekte olan bir anne. Dahası kızının dışardan getirdiği gergin ruhaniyeti de anlıyor. Tıpkı kızının onun her ruh halini her zaman anladığı gibi...
İşte bu alakasız gibi duran alakalı girişi aslında hepimize şu soruyu sormak için yaptım: "Ordaki siz misiniz? " Şunları diyebilirsiniz bana: Sen deli misin be kadın, şizofren misin, ne o öyle elbise mi giyip çıkarıyorsun ; ruh değiştirmek falan, iki yüzlü müsün yoksa? Ben de tüm bunların üzerine ukalaca gülümser yeniden sorular sorarım.Oradakinin sen olduğuna nasıl emin olabiliyorsun? Gün içerisinde bombardımanı altında olduğun tonlarca mesajdan sıyrılıp yalnızca kendi kararlarını uygulayabildiğine emin misin? Nabza göre şerbet vermediğine emin misin? Tüm hayatının senin yüzünden öyle olduğunu kabul edecek kadar kendine çizdiğin yolun farkında mısın? Kaç tane masken var biliyor musun? Kaç kez sadece kendin olmayı deneyebildin?
Üzerime yapışıp kalan dengesiz, ruh hali uçlarda yaşayan hatun etiketlemelerini kabul ediyorum, ancak dengeliyim diyenler de gerçekten yaşıyor mu ki? Aret Varyantan seminerinde şöyle bir tabir kullandı: Yaşıyormuş gibi yapmak. Hepimiz bir şekilde mış gibi yapmıyor muyuz?
Tüm bunları biraz olsun anlamlandırabilmek için koşmayı bıraktım. Telaşı bıraktım. Duygularım telaşta olsa dahi dünyayı ben döndürüyormuşumcasına üzerime edindiğim saçmasapan yükleri, etiketleri bıraktım. Boş bir havuza doğru buraya doldurduklarabileceklerimin kaçı gerçekten Didem'in diye bakıp duruyorum. Kararlarının çoğunu kendi vermiş biri olmama rağmen tam olarak kendim olamamışım hala gibi geliyor. Hoş şu yaşa kadar oluşturabilecek bir benliğim olması da zordu.
Bakıyorum etrafa. Sıfat kaynıyor her yer. Herkes kendine sıfat seçip bir şeyler olma derdinde. Mesela başarılı bir ablamızı inceliyorum. Başarılı ama, kendi değil, bu böyle bir kadın değil ki diyorum içimden. Yakınen tanıdığım biri ve o sunduğu kadın değil...Ama üzerine tonlarca sıfat alabilecek kapasitesi var...Hangimizin yok ki maşallah?
Önceleri kendimle çok alay ettim. Bu arayışımın yaşsal bir şey olduğunu düşünerek güldüm kendime. Sonra şunu fark ettim ki benim bu yaşta aradığım şeyin peşine hiç düşmemiş abilerim ablalarım. Hazır sunulanı kabul edip gelen mesajlardan şuursuzca seçip sürekli bir şeymiş gibi yapmışlar. Etrafımdaki herkesin kendiyle ilgili büyük iddiaları var. Benim de çoğuyla ilgili bir iddiam var: Her şeyden bir parçasınız, ama bütün değilsiniz. Ben buyum diye tanımlayabileceğiniz, sevebileceğiniz, geliştirebileceğiniz bir benliğiniz yok. Sadece koskocaman sıfatlar bütünüsünüz. İstediğinizi sandığınız şeylerin ardından sürüklenip zaman harcayıp duruyorsunuz. Allah'ım tam bir kaos bu benim için!
40 yaşıma geldiğimde nasıl da geçti yıllar derken geçen zamana acıyor olmak istemiyorum. Ben mış gibi yapmak istemiyorum! Sindire sindire yaşamak istiyorum. Farkında olarak yaşamak istiyorum. Sürüklenmek istemiyorum...
İşte bunun için gereken şey şu an dünyamı yakıp yıkmaksa yaparım.Ve hala kendi hayatını sindirerek yaşayamamış olduğunu düşünen herkes yapmalı bunu bence. Neyse yine boyumdam büyük laflar etmiş olabilirim. Bol kendinizli günler.

18 Temmuz 2010 Pazar

Yine mi Ötekiler ?


Toplumsal cinsiyet konusu kafamı ne kadar kurcalıyorsa ötekileştirme de o denli kurcalıyor.Bir sene önce ötekilerimiz hakkında bir şeyler karalamışım buraya. Az önce okudum ve bugüne kadar yazdıklarım içinde en çok sevdiğimin o olduğuna karar verdim. Üslubu ya da süslü cümlelerinden dolayı değil. Zaten edebi yönüm var iddiasıyla yazan biri değilim. Düşünmeyi,sormayı,yazmayı konuşmayı çok seven biri olduğum için düşlerim,düşüncelerim ve hislerim boşlukta kaybolmasın diye yazıyorum.Aslında sürekli aynı konular etrafında dönüp duruyorum. Aidiyet, tamlık,mutluluk,kadınlık ve ötekiler.Yazdığım bazı şeyler bunlardan bağımsız görünse de hepsinde bunları anlamaya çalışan bir bünyenin psikolojisiyle yazılmış sorgulamalar var.
Bu girizgahı yapmamın sebebi de birazdan "ötekiler"den bahsedecek olmam.Yine aynı tatta sorularla dolmuş biri var karşınızda. Toplum çemberinin ne kadar içinde, ne kadar dışındayım, sosyal onaylanma hayatımda nasıl bir yer kaplıyor anlamaya çalışıp duruyorum.
Sosyal bir varlık olan insan -bu sıfata hastayım (!)- ne kadar büyürse büyürsün içinde hep bir onaylanma ihtiyacı taşıyor. En toplumdan bağımsız gibi görünen kişilerin yakın arkadaşları da kendi gibi kişilerdir baktığınızda.Kendi gibi ötekileştirme yaparak onu onaylayan kişiler...
Benim için de geçerli bu. Farklı dünyalardan pek çok arkadaşım olsa da dostum dediğim kişi hayata benim gibi bakan ve benle aynı ötekileştirmeleri yapan kişi. Yani bizim için kaka kişiler, düzgün kişiler aynıdır.
Bugün babama bir şeyler anlatırken beynimde bir anda bir ampül yandı ve işte o an kendime çok kızdım. Herkesi insan olarak görüp içinde bulunduğu koşullarla değerlendirmek için çaba sarf eden ben, aleni şekilde ötekileştirme yapıyordum! Giyinmeyi bilmeyen biri (kime göre, neye göre bilmiyor tabii...), koluna kınayla küskün yazan bizim kültürümüze adapte olamamış, ama olmayan çalışan biri bizim için komik olabiliyordu. Kolundaki o feyk dövmeyle dalga geçebiliyorduk aklımıza her estiğinde. Çünkü "biz"e göre komikti. O "öteki" idi...
İnsanları aşağılamak ne haddime haşa!!!! Ama hepimiz yapıyoruz bunu. Festivallerde bir türbanlı gördüğümüzde oha bunun ne işi var burda demiyor muyuz? Hepimiz "apaçi" olarak gördüğümüz, şehire ayak uyduramamış, kendini eğitememiş insanların komik halleriyle facebook'ta eğlenmiyor muyuz?
Ve birileri de bizle eğleniyor olabilir. Türbanlı biri için benim piercinglerim, saç rengim de "norm"al olamayabilir mesela. Bu durumda "norm" al olan ne peki? Kendi varlığımızın, kendi değerlerimizin dışında olanları da kolaylıkla kabul etmeyi nasıl becerebiliriz? Bir yere ait olmak için birilerinin ötekisi mi olmak zorundayız?
Sadece "insan" olaran nitelendirileceğim ve benim de insanları yalnızca "insan"lıklarıyla değerlendirmeyi başarabildiğim bir dünya istiyorum. Dünki .ok olan halimle üzerime vazife olmadan bu kadar sosyolog,psikolog ve değerli akademisyen varken sosyal konulara çözüm üretebilecek değilim, ama soruyorum işte.Aklımı kurcalıyor arkadaşım! Hepimize soruyorum.O zaman biz içindeki ben ne ve biz nereye aidiz? Ötekiler olmak zorunda mı?
Kıssadan hisse hepimiz "öteki"yiz.

11 Temmuz 2010 Pazar

Korkmaktan Korkmak!

Şimdi en çok korkularımdan korkuyorum...Uyandım. Beni dibe iten, yolumu kesen pisleşmiş, iliklerime işlemiş korku dolu düşlerimi,söylemlerimi görebiliyorum.
Peki ya şimdi ne olacak? Düşüncelerimle düşman mı olacağım? Oysaki 20 yıllık öğretilerin, hislerin, şemaların sonuçları onlar.
Farkındalık ve istek varsa çözüm bulunur elbet.Ama zormuş korkmaktan kormak. Eyvah yine korktum, pis düşüncem fırladı diyerek şapşal bir surat ifadesiyle pislikleri süpürmeye çalışmak kolay olamaz ki. Yine de kendimle ilgili en net bildiğim şey tamamıyla bir zıtlıklar kombinasyonu olduğumdur. Tüm düşünce ve duyguların zıt halleri bende mevcut.
Gergin dolu bir günü müzikle sakinleşerek atlatmış biri olarak bu kadar saçmalayabildim.Saçmalama hakkımı kullanmaya devam edeceğim.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Arınma


Her şeyden arınabilmek için önce kendimden arınmam gerektiğini keşfettim. Pis,olumsuz düşünceler hayatımı baltalayıp duruyormuş. Ve ben uzun zamandır daha içten gülümseyerek ve daha objektif düşünerek pas tutmuş düşüncelerimle savaşmaya çalışıyorum. Garip bir auram oldu.Sadece ben değil, çevremdeki kişi ve olaylar da değişmeye başladı sanki.Tüm bunlar sadece aynaya inanılmaz bir gülümsemeyle baktığım, herkesi,geçmişimi ve kendimi affetmeye çalıştığım, olumsuzluğa kapıldığımda hızla o noktadan uzaklaşmaya çalıştığım için mi oluyor bilmiyorum. Mutsuzum dediğimde mutsuzluklarımı aşamadım zaten. Artık iyiyim diyerek meydan okumaya çalışıyorum kötü olan şeylere.Değiştiremediklerimi de kabullenmeye çalışıyorum.
Arınmak kolay mı? Hayır. İnsanın düşünceleri hayatı ve kaderi oluyormuş gerçekten. Kötü olanları kabul etmek ve onları yarı yolda bırakıp ilerlemek kolay değil. Ama denemeye değer. Sadece ben olduğum için kendimi sevebiliyorsam şu an, değer gerçekten. Daha pek çok güzelliği kendim için yaratabilmeyi umut ediyorum.
Hepimizin en iyi dostu da en iyi düşmanı da kendimiziz sanırım. Kendilerini bulunduğu noktaya fark etmeden sabitlemiş olanlar, kendisine dair farkındalığı olmayanlar ve yeniye kapalı olanlar kendilerine en büyük kötülüğü yapıyor olabilir.

4 Temmuz 2010 Pazar

Zor Zenaat


Dünyayı memeliler ve pipililer olarak ayırıp durduğumuz için hepimize kızıyorum. Hepimize diyorum; çünkü bu duruma her ne kadar karşı olsam da ben de aynı ayrıma bilinç altımdaki sosyal öğretilerden dolayı sürükleniyorum.
Kadının sezgisel dünyasının yoğunluğuna erkek erişemez, erkeğin fiziksel gücüne de kadınlar erişemez maalesef. Ancak Allah'ın kainat dengesini sağlamak için düzenlediğini düşündüğüm bu sistem kadının ya da erkeğin birbirinden üstün olduğunu göstermez.
Her ne kadar kadın- erkek eşitliğinden bahsedecekmişim gibi dursa da şu anda konum başta bahsettiğim kadınların sezgisel dünyası.
Bu sezgisel dünya tamamıyla kendi oyun ve kurallarıyla örtülü gizli bir sistem gibi.Her kadının içinde işleri sadece mantığıyla değil, bu sistemde var olmasının verdiği sezgisel yetenekle işleri yürüten bir sezgi olduğunu düşünmekteyim.
Bundan bir kaç hafta 5.sınıfı bitiren kuzenimin okul partisinde ona eşlik ettim. Şık giyimli bücür cadıların dünyasını gözlemlemek bende farklı bir etki bıraktı. Ve aynen şunu dedim: "Allah'ım bunlar kadın olmuş bile!" Bir kere çok net gruplaşmalar vardı kızlar arasında. Lider özellikli bi kaç kız ve etrafında toplanan kızlar durmadan birbirini çekiştirmekteydi. İşte o cümleler:
-O elbiseyle buraya mı gelinir?
- Ay saçı çok çirkin olmuş.
-Şunun üzerindekine bak ne çirkin.

İlk başta duyduklarıma inanamadım. Kuzenim benim için henüz saf ve masum bir dünyada yaşayan bir çocuktu. Sonra kendi çocukluğumu düşündüm ve gerçeği hatırladım. Evet, ben de onun yaşlarındayken dünyam böyle pisleşmeye başlamıştı.Erkekler daha kalabalık gruplar halinde dertsiz, tasasız eğlenirken kızların birbirini çekiştirme modunda olması psikolojik mi, sosyolojik mi, antropolojik mi bilemiyorum. Ama şöyle düşündüm acaba çooook eski zamanlarda erkek nüfusu azken-savaşlardan dolayı erkek nüfusunun az olduğu zamanlar da olabilir- kadınlar bir erkeğe sahip olabilmek için kendini beğendirmek ve öne geçmek zorundaydı ve kadınlara güdüsel olarak yerleşen bu durum günümüze değin genetik olarak geldi denebilir mi? Saçma bir var sayım belki, ama bir türlü anlam veremediğim şu duruma bir sebep bulmak istiyorum sanırım.
Erkekler sütten çıkma ak kaşıktır, onlar dedikodu yapmaz, kıskanmaz demiyorum elbette.Ama kıskançlığın kadınlar arasında daha fazla olduğu aşikar. 20 yıllık hayatımda (ki bu yolun başı oluyor ) ne zaman başarılı olsam canımı sıkan birileriyle(kadınlar) karşı karşıya gelmişimdir. Ne zaman başarılı bir kadın görsem onu gözlemleyen kadın düşmanlarının gözlerini fark etmişimdir.
Kıssadan hisse, yıllar önce Romina adlı bir dj'in yayınında sıklıkla söylediği gibi : "Kadın olmak zor zenaat şekerim".

27 Haziran 2010 Pazar

ARAF

Kadın olmak,
Erkek olmak,
Adam olmak,
İnsan olmak,
Başarılı olmak,
Yardımcı olmak,
Anlayışlı olmak,
Hoşgörülü olmak,
Sevilen olmak,
Seven olmak,
Başarılı olmak,
Dürüst olmak,
Bunların hepsi bkz: toplumsal bir varlık olan insan ile başlayan cümlelerin sonucu.
olmak, olmak, olmak...
En nihayetinde insanız. Bence durum kısacası ego sahibi olmak...
Kolay mı kişilik sahibi olmak ve ben buyum demek.
Bir şey olma sanrısı yaşanır ancak bu yaşlarda.
Yolumuz uzun.Halimiz araf...
Cehenem suçlarıyla, cennet güzellikleri arasındayım.
Bir tarafa ait olmayı becerirsem söylerim.

25 Haziran 2010 Cuma

Körebe

Oyunların arasına sıkışıp kalmış vicdan muhasebelerine mahkum etmeseniz ya beni. Birileri kaçıp giderken benim gözüme bağlı bez parçasını çözmem oyunbozanlık değil...
Kaçanlar oyunu bozan
Ben miyim sorumlusu tüm hislerimizin, yoksa sadece siz misiniz sorumlu?
Oysaki ben de herkes gibi sadece kendimi düşünebilirdim.
Uğruna şarkılar bestelenen muhteşem tasvirli kadınlar gibi olmak...
Kadın olmak?
Didem olmak,
Birey olmak,
İnsan olmak,
Aşık olunan olmak...
Peki ya aşık olmak?
Senin gördüğün mü gerçek, benim gösterdiğim mi?
Biz gerçek miyiz?
Körebe oynarken yapılan vicdan muhasebeleri hangimizi rahatlatır ki?
Şimdi sen dur
Sen de...
Bakalım şöyle bir oyuna;
Kaçan ben değilim, ama gözleri kapalı olan benim
Bilincimse sonuna kadar açık,çünkü göremediğim için diğer duyularıma fazlaca ihtiyacım var,
Ellerim boşta hala, kimseye meyil etmemiş, kimseyi yakalamamış henüz.
Sonuç mu?
Hem ebe hem kurban..
Körebe oynarken vicdan muhasebesi yapmayalım bir daha.
Ya vicdanlarımız ölsün ya da oyunlar.
Bir ipte iki cambaz oynamaz.

29 Mart 2010 Pazartesi

KADINLAR VE “KAHRAMANLARI”

Yüzyıllardır süregelen kahramanlık kavramı ataerkil toplum yapılarından dolayı genellikle erkeğe atfedilen bir özellik olmuştur.Kadınlar da tüm yaşantıları boyunca kahramanlık kavramıyla kimi zaman gizliden gizliye kimi zamansa aleni bir şekilde haşır neşir olmuşlardır.Kahraman olan erkekler ve kahramanlığa muhtaç kadınların yüzlerce yıllık bir serüveni vardır.
Kadınlardaki kahramanlık atfetme güdüsü öncelikle babayı kahraman ilan ederek başlar. O baba ki erkeklerin en güçlüsüdür ve aynı zamanda savunmasız kızını hayata karşı koruyabilecek tek varlıktır. Babaya duyulan hayranlığın ileri boyutu oedipus kompleksi olarak da karşımıza çıkabilir. Oedipus kompleksinde hayranlık neredeyse aşka dönüşmüştür. Oedipus kompleksi olmasa dahi pek çok kadından babam gibi bir erkekle evlenmek isterim ya da hiçbir erkek babam gibi olamaz cümlelerini duyabiliriz.
Çocukluk döneminde babadan ya da bir erkek figüründen yoksun olan kızlar maalesef ki tüm hayatları boyunca bu figürü tamamlamakla bilinçsiz olarak uğraşırlar. Onlar hayatları boyunca bir kahraman arayıp dururlar. Sadece çocukluk dönemimde erkek figüründen yoksun kalmış kadınların değil aslında bütün kadınların gizlice aradıkları bir kahramanı vardır.
Özellikle ergenlik döneminde sanatçı bir erkeğe aşırı hayran olma durumunu hemen hemen tüm genç kızlar yaşamıştır. Erkekler de ünlü birine hayranlık duysalar da onların hayranlıkları genellikle kadınlarınki kadar aşırı olmaz. Çünkü kadınlar için hayranlık besledikleri o adam hayatlarının kahramanı olan bir prenstir ve onlar o prens üzerinden geleceğe dair romantik hayaller kurarlar. Hatta bazıları o prensi öylesine içselleştirir ki ona ait olduğuna ve onunla evleneceğine dahi inanır.
Kadınların mükemmel bir kahraman arama isteğinin adı psikolojide sindrella kompleksi olarak geçmektedir. Sindrella kompleksi olan kadınlar güvenle bağlanabilecekleri, herkesten üstün görebilecekleri, onları kayıtsız şartsız koruyacak ve mükemmel olacak bir adam ararlar. Bu kadınlar bağımsızlıklarını sığınma isteğine ve korkularına kurban ederler.
Ben tüm kadınların uç noktalarda olmasa da sindrella kompleksine sahip olduğunu düşünüyorum. En feminist diye geçinenimiz bile bazen onu koruyup kollayan bir erkeğin kollarında ağlamak, onu koruyan birinin olduğunu hissetmek ister. Toplumsal öğretiler öylesine ataerkil ki ne yazık ki biz kadınlar kendi ayaklarımızın üzerinde durduğumuz zaman sanki kadınlıktan uzaklaştırılmış ve savunmasızmışız gibi hissediyoruz.
Kısacası ataerkil toplum normları ve öğretileri modern kadının bile fark etmeden kabul ettiği normlar ve öğretilerdir. Bu öğretilerden olan “kahraman erkek” kendini sıklıkla gösterir. Kahramanlık erkeğe atfedilirken iyi bir kahramana sahip olmak da tüm kadınların düşlerini süsler.

14 Mart 2010 Pazar

Gizli Flörtler


Uzun zamandır bir kavram olarak bildiğim, ancak bugüne kadar tanımlama ya da anlatma gereksinimini duymadığım bir şeyden bahsetmek istiyorum sizlere: "Gizli flörtler"
Bazen belli belirsiz, adının konulmakta güçlük çekildiği bir tutku giriverir bir kadınla bir erkeğin arasına.Aşk ya da sevgi gibi bir kavram değil de daha çok bir tanımlanamayan bağ gibidir.Asla konuşulmaz ve asla var olduğu belli edilmez.Sadece bilinir, hissedilir.Arada bir sevgililik ilişkisinin var olabilmesi belki yakın arkadaş olmaktan belki de birtakım büyük farklılıklardan dolayı mümkün değildir.Bu yüzden de bu bağ yakın arkadaşlık ilişkisiyle yaşanan bir gizli flörte dönüşür.Yakın arkadaşlık etiketi hem kendilerinin içini rahatlatır hem de sosyal kabullerini sağlar. Kimsenin bilmediği, bilse de sanki konuşulması her şeyi değiştirecekmiş gibi konuşmadığı, anlatmaya cesaret edemediği bir ilişki biçimidir bu.
Asla bir aşka dönüşemeyecek, ama verdiği hazdan da zor vazgeçilecek güçlü bir şeydir. Kimi zaman bir dokunuş, bir sarılış, bir bakışta can bulur ve sonra yine gizler kendisini.Belki de taraflardan birinin güven arayışını dolduran, belki de hayatındaki kadın/erkek modelinin eksikliklerini tamamlayan bir bağdır...Uzun süre görüşülmediği taktirde ya da o bağı sağlayan sebebe duyulan ihtiyaç bittiğinde kaybolur.
Her duygunun aynı şekilde ya da aynı etik ilkelerle yaşanması mümkün değildir.Bu yüzden bu "gizli flörtlük" olarak adlandırdığım durum normal geliyor bana.Sezgisi güçlü ve görmeyi bilen gözler bu tarz ilişkileri etraflarında görecektirler.Kendine itiraf edebilecek olanlarınız ise böyle bir şey yaşadığının farkına varabilirler.

5 Mart 2010 Cuma

Oyunbozan

Yağan yağmurlar benim ruhumu yıkıyor gibi...İç organlarımı, derinlerimi yıkıyor hatta...Arınamıyorum üzerime yapışmış, içime işlemiş dünya pisliklerinden...Bir kez daha yeniden başlarken merak ediyorum daha kaç kere başladığım noktaya döneceğimi...Kaç kere dizleri kanayan bir çocuk gibi eve dönüp yaralarıma merhem bekleyeceğim? Bir kere daha o oyuna nasıl dahil olacağım düşebileceğimi bildiğim halde? Herkesin kendisi söz konusu olduğunda oyunbozan olduğunu görmek için henüz küçük değil miyim ki? Herkesin pisleştiği bir nokta var...


Birine biraz bırakıversim kendimi beni tutsun diye pat diye düşüveriyorum.Hem de çukura...Hiç kimse beni tutma vaatlerini yerine getirmiyor.Hiç kimse o anlattığı kişi olmuyor.Herkes pazarlıyor kendini ve hiçbiri etik kodları yüksek bir pazarlamacı değil ne yazık ki... Hiçbir başlangıç hiçbir sona benzemiyor.Bir şey bitecekse bitmesinin doğası gereği kötü olması gerekiyor.

Birinin başkaları ile olan tartışmalarına çok dikkat etmek gerektiğini öğrendim. Tartışma olduğunda o biri bana diğerlerine davrandığı gibi davranacak çünkü...Tamammen aynı olmasa da benzer. Kumaşı aynı olan tartışmalar aynı bahanelerin farklı kanalizasyonları gibiler.Hepsi pis sonuç olarak...

Hepimiz oyunbozanız.

12 Şubat 2010 Cuma

Tanıdıklarımın içinde o kadar çok yabancı var ki...Her şey başkalaşmaya hazır.Ve ben başkalaşımlarıma iyimser fantaziler üretmeye çalışıyorum;iyi anlamlar yüklersem onlarlarla baş edebilirim zannediyorum."Toplumsal" bir varlık olan insan bir şeyi adlandıramadığı zaman telaşa kapılıveriyor. Her şeyin bir adı olmalıysa içimizdeki yabancıların neden adı yok?

6 Şubat 2010 Cumartesi

Vazgeçilmez

Alev alev yanarken tenim, kalbim bu büyük yıkımlara eşlik etmiş kuşla birlikte hızlı hızlı atmakta.Nasıl bir kuştur ki bu böyle ağır hüzünlerde kolayca bulup yerini yerleşir kalbime.Onun çırpınışları ile baş etmenin yolunu bilemediğimden onun kanat seslerine kulak veririm uzunca süre.
Şimdi benle alay ediyor hüzün kuşum, biraz da bilmiş tavırlarıyla öğüt veriyor.Her şeyi kontrol etmeye çalışırken aslında yine nasıl da gördün her şeyin kontrol edilemez olduğunu diyor.Haklı...Hayatta en çok bir şeye çok bağlanmaktan korkarım.Bağlılıklar, bağlanılanlar yokluklarında çok acı verirler çünkü ve bir gün mutlaka yok olurlar da...Vazgeçilmez olmadığımı bilirim ben ve vazgeçileceğim en güzel anlarda bir kabus gibi çöker yüreğime.Her şeyin, herkesin vazgeçilir olduğu bu dünyada ben kimim ki vazgeçilmez olayım?

4 Şubat 2010 Perşembe

Rönesans


Zaman zaman ölür,sonra dirilirim küllerimle.Yeni hayatımda olması gerekenleri çantama yükleyip diğerlerini bırakıp yoluma koyulurum.İşte yine kendi Rönesans'ımın eşsiz sanatı içindeyim.Ruhumla baş başayım, düşünüyorum...
Tam da artık hiçbir şeye şaşırmam derken hala şaşırabiliyorum insanoğlunun yaptıklarına.Maddi beklentilerle doldurulmuş egolarını evcileştirememeleri beni yoruyor.En çok kendine yenik düşüyor insan, en çok kendimize...
Her şey bir şeye dönüşür, zamanlar, insanlar başkalaşır.O kadar çok alıştım ki güncellenmeye artık eskisi gibi can yakmıyor geride bıraktıklarım.Çok uzun süre büyük sabırlarla emek harcadığım şeyleri, durumları, insanları bırakabiliyorum artık.Çünkü bir süre sonra üzerime yapışan kirlerden arınmak istiyorum.Kişiliğime vurulan darbeler kirlendiriyor beni...Hiçbir şeyin irademi yok etmesine izin veremem.En çok iradesizliklere kızarken irademden olamam.
"Ben" olabilmek hayatta tutunduğum en sıkı dal.Çünkü "ben" in içinde her zaman iyi niyet var.Ve o iyi niyet, belki hemen değil, ama bir gün bir şekilde geri dönüyor bana.

Her yeni Rönesans'la kendimi keşfedip, hayata daha sıkı tutunuyorum.Bazen nötr olabilmek gerekiyor hayata...

Belki sizin de Rönesans vaktiniz gelmiştir.Orda oturan kişi gerçekten siz misiniz?

3 Ocak 2010 Pazar

YARIM

Yarımdı her şey. Tam olmaya çok vardı sanki...Bir rüzgarı kontrol etmek isterken rüzgara kapılıp gidiverdi yorgun bedeni.Anladı her şeyin yarım olmaya mahkum olduğunu ve kontrol edilemeyecek şeylerin gerçekliğini.Bütünlük tamamıyla bütün hissetmekle alakalıymış öğrendi.
Derin bir nefes alıp kahvesini yudumlarken olduklarını ve olabileceklerini düşündü.Mutlu olabilecekse eğer belki de önce Allah'ın ona sunduklarıyla barışmalıydı.Belki de biraz Pollyana olabilmekti mutluluk.Nefsani istekleriyle mücadele ederken durdurmaya çalıştı içindeki sesi. Yalancı mutlulukların gerçekçi güzelliğine bıraktı kendini.
Şimdi aynada seyrettiği değişen yüzü ve bedeni değildi, değişen ruhunun yansımasıydı...